Tuesday, December 18, 2007

[Yorum] YÖK: Taraf ya da tarafsızlık değil, kurumsal namus önemli

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=626816


Zaman , 19 Aralık 2007, Çarşamba


[Yorum - Pro. Dr. Naci Bostancı] YÖK: Taraf ya da tarafsızlık değil, kurumsal namus önemli

ÖK'ün yeni başkanı belli oldu. Öncelikle hayırlı, uğurlu olması dileğimizi ifade edelim. Başkan atanmazdan önce çeşitli isimler telaffuz ediliyordu; ancak onların içinde Yusuf Ziya Özcan'ın adı geçmemişti. Şüphesiz YÖK başkanlığı görevini layıkıyla yerine getirecek birçok insan vardı.


Sonuçta o göreve bir kişi gelecekti, yasal süreç esasında bu atama gerçekleşti. Başkanın belli olmasının ardından bazı gazetelerin ve televizyonların atamayı teyakkuz halinde bekledikleri anlaşıldı. Hemen hocanın geçmişi "didik didik" edildi, yayınları gözden geçirildi, satır aralarından atamanın "yanlılığına" ilişkin sonuçlar çıkartılmaya çalışıldı. Tuhaflık, YÖK gibi önemli bir kurumun başına gelen kişinin bu ölçüde ilgi çekmesi değil, kişisel geçmişinin değerlendiriliş biçimi, adeta bir tür Hurufilik anlayışıyla yazılan kelimelerin, edilen sözlerin mercek altına alınması. Hayli izleyicisi olan bir TV kanalı, Yusuf Z. Özcan'ın "nerede durduğunu" anlamak için "beden dilinin" ipuçlarından hareket edip iktidara yaslandığına ilişkin bir yoruma kadar vardırdı işi. Böylelikle "beden dilinin" ilgili olduğu bağlam da yeni katkılarla zenginleşmiş oldu. Hocanın "kendilerince malum olan tarafını" ortaya çıkartmaya çalışan çevreler acaba "tarafsız" bir konuma mı sahiplerdi? Muhakemeleri "objektifliğin" hangi kriterlerine ayarlıydı? Az çok sosyal bilimlerle uğraşmış olanlar, "tarafsızlığın" bir ideoloji olduğunu, toplumsal hayatta böyle bir yer bulunmadığını, ancak bu kavramın hegemonya oluşturmak için kullanıldığını bilirler. Herkesin bir yeri, tarafı olabilir, önemli olan kamusal performansta kurumsal ilkeleri muhafaza edebilmektir. Temel hareket noktası, kurumların belli bir kesime değil, tüm topluma ait olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla kurumun kendine içkin ilkeleri herhangi bir tarafın değerlerinin vesayeti altında kalmamalıdır. Bu sadece ahlakla desteklenmiş bir tavır değildir, kurumların ilkeleriyle bir tarafa ait değerler yer değiştirdiğinde o kurum soysuzlaşır, kimsenin işine yaramaz. Aslında kurumları bu şekilde soysuzlaştıran çevreler, sonuçta kalitesizliği kendilerine taşırlar, akıbetleri de bu kurumlar gibi olur. Bu manada, bir "yerde durmak"la birlikte kurumların var oluş ilkelerine hassasiyet göstermeleri gerekenler sadece bürokratlar mıdır? Bir kurum olarak medyada iş görenlerin dikkate almaları gereken sorumlulukları yok mudur?

Önce kamusal performansa bakmak

Y. Z. Özcan'ı daha baştan eleştirmek kastıyla davrananların, onun kamusal performansının ne olacağını beklemeye zamanlarının ve tahammüllerinin olmadığını gördük. Başkanın, "Üniversitelerde tüm yasaklar kalkacak," şeklindeki ilk açıklaması hemen "türban" üzerinden okundu, "Aslında türban yasağı kalkacak diyemediği için tüm yasaklar kalkacak, lafının arkasına sığınıyor" denildi. Bu okuma biçiminin tek boyutlu ve hayli saplantılı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu tutum etrafında saf tutanların niyeti, türban odaklı bir dikkatle yapılıp edilenleri takip ederek bir tür Demokles'in kılıçlığına soyunmak ise bu dahi makul karşılanabilir. Böylelikle "stratejik bir akıl"la "türban korkutması üzerinden" buradaki iktidar ilişkilerine müdahil olmaya çalıştıkları söylenebilir. Fakat ortada bir stratejik akıl yoksa ağırlıklı olarak olup bitenleri tahrif edecek, anlamı çarpıtacak ölçüde bir fikri sabit söz konusuysa, o zaman kendilerine, mücadele ettiklerini düşündükleri çevrelere ve nihayet tüm ülkeye zararları dokunur. Çünkü tartışma ve saflaşma konuları mukayese edilebilir bilgi alanından "renkler ve zevkler tartışılmaz" alanına geçtiğinde insanların da birbirlerine söyleyeceği sözler kalmaz. Ne yazık ki bugün Y. Z. Özcan'ın adeta hususen türban yasağını üniversitelerden kaldırmak gibi tek ve kutsal bir görev sebebiyle bu göreve atandığını düşünen ve bunu her fırsatta dile getirenlerin ilk vukuatları bundan ibaret değil. Bunun yanına iki hususu daha ekleyelim. Birincisi, AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde sürekli "gizli bir ajandadan" bahsedildi, "aslında şeriatı getirmek istiyorlar" denildi. İkincisi ise, daha yakınlarda yeni anayasa tartışmaları yapılırken, hangi maddeler nasıl değiştiriliyor, bunlara ilişkin yorumlardan çok, "Bu anayasa üniversitelerden türbanı kaldırmak için yapılıyor," denildi. Ve arada aynı çizgideki sayısız yorumlar... Dil, muhakeme, bakış aynı. Örnekler peş peşe konulduğunda saplantının stratejik davranıştan daha baskın olduğu görülüyor.

Bu çevrenin, "Elbette tarafız, şeriatçılara karşı laik Cumhuriyet'in yanındayız," diye düşündükleri malum. Ortada bir de laik Cumhuriyet'in düşmanlarının olması gerekir. Oysa Cumhuriyet 84 yaşındadır, bu süre içinde "laik Cumhuriyet'in düşmanlığı" ile suçlanan kesimler büyük oranda iktidarda bulunmuşlardır. Laik Cumhuriyet bundan ne zarar görmüştür? Gerçekte sorun laik Cumhuriyet'in dostu ya da düşmanı olmakta değil, laikliğin ve Cumhuriyet'in yorumundadır. Belli bir kesim, laik Cumhuriyet'i bir şekilde tanımlamakla, bunun yol, yöntem ve araçlarını tespit etmekle yetinmiyor, kendi dışında hiçbir yoruma ve anlayışa hayat hakkı tanımama "despotizmiyle" davranıyor. "Ben böyle düşünüyorum, herkes de böyle düşünmeli" çizgisinde olanlar bu açık toplumda artık bu ısrarlarından vazgeçecekler. Üniversiteler söz konusu olduğunda ise, buralar elbette "laik Cumhuriyet'in" kurumları olacaklardır, fakat onları tanımlayan yegâne ifade bu olmayacak, mahiyetleri gereği hiçbir yorumu dogmaya çevirmeyeceklerdir. Üniversiteleri büyük H'li hakikatlerin mekânı yapmaya kalkışmak, onları, adı ne olursa olsun skolâstiğin kurumlarına dönüştürmektir.

Yine, YÖK ve anayasa tartışmalarını türban üzerinden okuyanların ortak psikolojisini tespit etmek bakımından özellikle 22 Temmuz seçimlerinin ardından içine girdikleri bir hali dile getirmek gerekir. Bu kesim, 2002 seçimlerinde tarihin arızi bir cilvesi olarak AKP iktidarının ortaya çıktığını, ancak parantezin 2007 seçimlerinde kapanıp, yeniden AKP'den ve onun temsil ettiği anlayıştan bağımsız olarak Türkiye'nin yoluna devam edeceğini düşünüyorlardı. Aksine AKP seçimlerden daha da güçlenerek çıktığında, bu siyasal-toplumsal safın özellikle çekirdeğinde yer alan kimileri, "laik Cumhuriyet'i koruma kararlılıkları"nı "Kanije geçilmez" türünden bir savunma psikolojisine taşıdı. Bu anlayış sahipleri, "saflarındaki bazı kişilerin dahi bu yeni tablo karşısında çıkarcı bir şekilde davranacakları, abdestsiz cuma namazına giderek iktidara yaranmaya çalışacakları ama diğerlerinin soy bir davranışla imanlarını koruyacakları" türünden yorumlarda bulundular. Esasen bir politik yapıyı kabileye, cemaate dönüştüren, gerçeklikle olan ilişkisini derin bir kırılmaya uğratan tam da bu tür ifadelerin arkasındaki kolektif profildir. Bir kabilenin diline hain-kahraman girdiğinde, orada insanlar "savaşı" solumaya başlarlar. Bu tahayyül biçimi "anlamak gibi lüzumsuz işlerin yerine" savaşmayı koyar. Çünkü anlaşılacak bir şey yoktur, ülke elden gitmektedir, çürümüşlük diz boyudur, geriye kalan tek görev savaşmaktır. Her taşın altında bir büyük oyunun ipuçlarını arama kafa yapısının Türkiye için yeni olmadığını, tek örneğin de bunlar olmadığını biliyoruz.

YÖK başkanının icraatlarını takip edelim, bir kurum olarak YÖK'ü tartışalım, üniversitelerdeki eğitimin kriterlerini konuşalım, rasyonel ikna yöntemlerini kullanalım. Fakat son derece sübjektif, şartlı refleksler doğurmaktan başka bir işe yaramayan replikleri bir kenara bırakalım. "Üniversiteler laikliğin kaleleridir," türünden akıl yürütmeler, Cemil Meriç'in bir sözünü hatırlatıyor. Üstat şöyle demişti: "Yobazlık, imanını yalçın kayaların arkasına hapsetmektir." Kale metaforu, ancak yobazlıkla korunabilecek bir iman tasavvurunu akla getiriyor. Üniversiteler kale surlarının arkasında kalmamalı, aksine dünya ile kucaklaşmalı. Kaleler dogmaların yeridir, üniversite ise adı üzerinde üniversalla, yani evrenselle ilişkilidir.


19 Aralık 2007, Çarşamba

No comments: