Friday, August 31, 2007

Kemalist bilim anlayışı

Emre Aköz , Sabah , 10.07.2007

http://www.sabah.com.tr/2007/07/10/haber,07079A0FD50B4B248DA85EED0D1FBBEA.html



Kemalist bilim anlayışı

Türkiye Bilimler Akademisi ( TÜBA ), Prof. Şerif Mardin'in üyeliğini üçüncü kez reddetti. Bu bir skandaldir! Nedenini anlatayım...
Türkiye'dekileri bir yana bırakın... Tarihçi, sosyolog ya da siyaset bilimci: ABD'den Japonya'ya, İngiltere'den Mısır'a, Osmanlı-Türk
toplumuyla ilgilenen herhangi bir sosyal bilimciye sorun... İstisnasız tümü Prof. Mardin'i tanır. Mutlaka ama mutlaka onun da kitaplarını, makalelerini okumuştur.
Çünkü Şerif Mardin'in eserlerini bilmeyene, ona atıf yapmayana, onunla hesaplaşmayana doktora derecesi verilmez; "evladım, öğren de gel" denir.
Peki bugün 80 yaşında olan Şerif Mardin niye TÜBA'ya kabul edilmiyor?
Nedeni şu: Aklı başında her sosyal bilimci gibi, Şerif Mardin de, " dinin toplumdaki yerini anlamadan o toplumu anlayamayız " diye düşünüyor.
Bu temel fikirden hareketle Prof. Mardin, Nur Cemaati'nin kurucusu Said Nursi üzerine yıllarca çalıştıktan sonra çok önemli bir kitap yazdı.
Kitap önce İngilizce olarak 1989'da ABD'de yayınlandı. Daha sonra, " Bediüzzaman Said Nursi Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişme " adıyla Türkçe'ye çevrildi (İletişim Yayınları.)
Ayrıca dintoplum ve dinsiyaset ilişkisini inceleyen (mesela Nakşibendilik üzerine) sürüyle makale kaleme aldı.
Kemalist-Atatürkçü-laikçi bilim insanları, özellikle bu kitap nedeniyle Prof. Mardin'i hiç affetmedi. Niye? Nasıl bir akıl yürütmeyle böyle bir tavır aldılar?
Ben o zihniyetin nasıl çalıştığını yıllar önce, Prof. Nermin Abadan Unat'ın, Milliyet'te yayınlanan bir yazısını okuduğumda anlamıştım.
O sıralar Prof. Nilüfer Göle, türbanlı kızlar üzerine çalışmalar yürütüyordu. Prof. Unat bu işe fena halde bozulmuştu. Şöyle yazıyordu: " Türbanlılar üzerine araştırma yapmak, onları meşrulaştırır. "
Bunu diyenler, üniversitenin boş buldukları her duvarına Atatürk'ün " Hayatta en hakiki mürşit ilimdir " sözünü yazanlar.
Peki bilimin en hakiki "mürşit", yani "yol gösterici" olduğuna inanıyorlar mı? Bu temel fikri kabul ediyorlar mı?
Hayır! Asla inanmıyorlar.
Peki neye inanıyorlar?
Neyi savunuyorlar?
Onların gerçek sloganları şu: " En hakiki yol gösterici biziz!"
Yani diyorlar ki: " Bilimi kim temsil ediyor? Biz... O halde en hakiki yol gösterici biziz. "
Peki bu yol gösterme işinin nasıl yapıldığını merak ediyor musunuz?
İşte iki örnek; biri eski, diğeri yeni:
- Halkın oyuyla işbaşına gelmiş hükümet, 27 Mayıs 1960'ta askeri darbeyle devrildiğinde, koşa koşa Ankara'ya giderek, " Hiç merak etmeyin, bu yaptığınız hukuka uygundur " fetvasını kim verdi? Üniversite hocaları.
- Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 komikliği ortaya atılınca bunun en hararetli destekleyicisi kimler oldu: YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç
ve onun arkasına dizilen rektörler.
Onlar öyle de, bürokratik elitin diğer simaları farklı mı?
28 Şubat ( 1997 ) sürecinde Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir, türbanlılar konusunda atıp tutuyordu. Söylediklerinin toplumsal araştırmalara uymadığı kendisine hatırlatıldığında şöyle demişti: " Sosyolojinin kararlılığımızı engellemesine kesinlikle izin vermeyeceğiz. "
Türkiye öyle bir ülke ki... Onca tartışmaya rağmen arabesk hakkında ilk ciddi akademik araştırma bu müziğin doğuşundan 20 yıl sonra yapıldı.
Türkiye öyle bir ülke ki... En önemli toplumsal ve siyasal sorunu olan ve 23 yıldır terör biçiminde devam eden Kürt meselesinin üniversitede serbestçe araştırılması zımnen yasaktır.
Yazının başında Prof. Mardin'in reddinin "bir skandal" olduğunu belirttim ya... Aslında bu olay, Türkiye'deki çarpık düzenin normal halidir.

Şerif Mardin

http://www.haberx.com/n/1032429/engin-ardictan-sonra-emre-akoz.htm



Engin Ardıç'tan sonra Emre Aköz de Şerif Mardin'e destek verdi...
10.07.2007, 10:19












Türkiye Bilimler Akademisi ( TÜBA ), Prof. Şerif Mardin'in üyeliğini üçüncü kez reddetti. Bu bir skandaldir! Nedenini anlatayım...

Emre Aköz-SABAH

Kemalist bilim anlayışı

Türkiye Bilimler Akademisi ( TÜBA ), Prof. Şerif Mardin'in üyeliğini üçüncü kez reddetti. Bu bir skandaldir! Nedenini anlatayım...
Türkiye'dekileri bir yana bırakın... Tarihçi, sosyolog ya da siyaset bilimci: ABD'den Japonya'ya, İngiltere'den Mısır'a, Osmanlı-Türk toplumuyla ilgilenen herhangi bir sosyal bilimciye sorun... İstisnasız tümü Prof. Mardin'i tanır. Mutlaka ama mutlaka onun da kitaplarını, makalelerini okumuştur.
Çünkü Şerif Mardin'in eserlerini bilmeyene, ona atıf yapmayana, onunla hesaplaşmayana doktora derecesi verilmez; "evladım, öğren de gel" denir.
Peki bugün 80 yaşında olan Şerif Mardin niye TÜBA'ya kabul edilmiyor?
Nedeni şu: Aklı başında her sosyal bilimci gibi, Şerif Mardin de, " dinin toplumdaki yerini anlamadan o toplumu anlayamayız " diye düşünüyor.
Bu temel fikirden hareketle Prof. Mardin, Nur Cemaati'nin kurucusu Said Nursi üzerine yıllarca çalıştıktan sonra çok önemli bir kitap yazdı.
Kitap önce İngilizce olarak 1989'da ABD'de yayınlandı. Daha sonra, " Bediüzzaman Said Nursi Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişme " adıyla Türkçe'ye çevrildi (İletişim Yayınları.)
Ayrıca dintoplum ve dinsiyaset ilişkisini inceleyen (mesela Nakşibendilik üzerine) sürüyle makale kaleme aldı.
Kemalist-Atatürkçü-laikçi bilim insanları, özellikle bu kitap nedeniyle Prof. Mardin'i hiç affetmedi. Niye? Nasıl bir akıl yürütmeyle böyle bir tavır aldılar?
Ben o zihniyetin nasıl çalıştığını yıllar önce, Prof. Nermin Abadan Unat'ın, Milliyet'te yayınlanan bir yazısını okuduğumda anlamıştım.
O sıralar Prof. Nilüfer Göle, türbanlı kızlar üzerine çalışmalar yürütüyordu. Prof. Unat bu işe fena halde bozulmuştu. Şöyle yazıyordu: " Türbanlılar üzerine araştırma yapmak, onları meşrulaştırır. "
Bunu diyenler, üniversitenin boş buldukları her duvarına Atatürk'ün " Hayatta en hakiki mürşit ilimdir " sözünü yazanlar.
Peki bilimin en hakiki "mürşit", yani "yol gösterici" olduğuna inanıyorlar mı? Bu temel fikri kabul ediyorlar mı?
Hayır! Asla inanmıyorlar.
Peki neye inanıyorlar?
Neyi savunuyorlar?
Onların gerçek sloganları şu: " En hakiki yol gösterici biziz!"
Yani diyorlar ki: " Bilimi kim temsil ediyor? Biz... O halde en hakiki yol gösterici biziz. "
Peki bu yol gösterme işinin nasıl yapıldığını merak ediyor musunuz?
İşte iki örnek; biri eski, diğeri yeni:
- Halkın oyuyla işbaşına gelmiş hükümet, 27 Mayıs 1960'ta askeri darbeyle devrildiğinde, koşa koşa Ankara'ya giderek, " Hiç merak etmeyin, bu yaptığınız hukuka uygundur " fetvasını kim verdi? Üniversite hocaları.
- Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 komikliği ortaya atılınca bunun en hararetli destekleyicisi kimler oldu: YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç
ve onun arkasına dizilen rektörler.
Onlar öyle de, bürokratik elitin diğer simaları farklı mı?
28 Şubat ( 1997 ) sürecinde Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir, türbanlılar konusunda atıp tutuyordu. Söylediklerinin toplumsal araştırmalara uymadığı kendisine hatırlatıldığında şöyle demişti: " Sosyolojinin kararlılığımızı engellemesine kesinlikle izin vermeyeceğiz. "
Türkiye öyle bir ülke ki... Onca tartışmaya rağmen arabesk hakkında ilk ciddi akademik araştırma bu müziğin doğuşundan 20 yıl sonra yapıldı.
Türkiye öyle bir ülke ki... En önemli toplumsal ve siyasal sorunu olan ve 23 yıldır terör biçiminde devam eden Kürt meselesinin üniversitede serbestçe araştırılması zımnen yasaktır.
Yazının başında Prof. Mardin'in reddinin "bir skandal" olduğunu belirttim ya... Aslında bu olay, Türkiye'deki çarpık düzenin normal halidir.

Engin Ardıç-9 Temmuz 2007-AKŞAM

Akademiye kitakse



Türkiye’de Bilimler Akademisi diye bir yer varmış. TÜBA, Türkiye Bilimler Akademisi... Vallahi bilmiyordum, yeni öğrendim.

Bu akademi, Profesör Doktor Şerif Mardin’in üyeliğini, hem de üçüncü kez reddetmiş.

Oylamaya katılan sevgili Çiğdem Hocam (Prof. Dr. Çiğdem Kâğıtçıbaşı), “gerekçe gizlidir, açıklayamam” diyor ama uçan kuşlar bile duydular:

Gerekçesi, “Said-i Nursi” üzerine araştırma yapmış olması...

Hayır canım, “nurculuk” etmiş falan değil, Fethullah Hocaefendi Hazretleri’ne de çalışmıyor; yalnızca “nedir bu” diye merak etmiş, araştırmış. Adam koskoca profesör, sosyal bilimci, bunu araştırmayacak da ayak parmakları arasında oluşan mayasılın tedavisinde kortizon kullanımının olumlu ve olumsuz yan etkileri üzerinde mi çalışacak bilim adamı sayılması için?

Bakın ne diyor: “Benim işim, toplumu belirleyen olguların arkasındaki dünyayı incelemek. Din de bu olguların en önemlisi. Doğal olarak aynı şey tarikatler ve cemaatler için de geçerli. Türkiye’de Nakşıbendiliği bilmeyen Türkiye’den bir şey anlamaz.”

Yahu bunu Zülfü Livaneli bile anladı da bürokrat ruhlu politikacılarımız anlamıyorlar... Onun için de her seçimde babayı alıyorlar.

Fakat hayır, “objektif” bir yaklaşımla araştırmak bile makbul sayılmıyor.

Karşı çıkacaksın, ama öğrenip üzerinde düşünerek değil, büyüklerin sana öyle emrettikleri için karşı çıkacaksın. Fazla kurcalamadan.

Hani hayatta en hakiki mürşit ilimdi ulan? Atatürk öyle dememiş miydi?

Hayır, bu ülkede Atatürk’ün en büyük düşmanları, hep söylerim, Atatürkçü geçinenler.

Şerif Hoca yatsın kalsın dua etsin, İsmail Beşikçi’ye yaptıkları gibi içeri de tıkabilirlerdi... Atatürk’e “adam” dediği için hayatı karartılan İzmirli profesör gibi kalp spazmı da geçirebilirdi...

Anladınız, Şerif Mardin benim hocamdır.

Sempatik bir adam değildir. Kendisini pek sevdiğim söylenemez. Buz mavisiyle çelik grisi arası gözleri bana hep Sir Laurence Olivier’nin “Marathon Man” filminde oynadığı Nazi doktoru hatırlatırdı...

Robert College Yüksek Okulu Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni dönüşmüştü, ne yapacağımızı bilemiyorduk, kendimize bir yol çizemiyorduk; Şerif Hoca geldi ve Sosyal Bilimler Bölümü’nü kurdu, biz de oranın ilk mezunları olduk. Aradan otuz yıldan fazla zaman geçti. Şerif Hoca o bölümü açmasaydı, bendeniz şimdi büyük bir ihtimalle bir holdingin genel koordinatörü ve de mutsuzluktan alkolik olmuş bir kayıptım. Beni “elim bir ziya” olmaktan o kurtardı.

O zamanlar “Türkiye’de alevilik olgusu” üzerine çalışıyordu, biz de “bu adam bu konuyu niçin kurcalıyor” diye şaşıyorduk, hatta şaka yollu “CIA ajanı” olduğu söylentisi bile çıkmıştı; sonra okulu bitirdik, günün birinde Kahramanmaraş olayları patlak verdi, Hanya’yı Konya’yı o zaman anladık.

Kendisine bayılmam, ama “akademik özgürlüğünü” sonuna kadar savunurum.

Bu özgürlük elbette 12 Eylül düzeninin kurduğu “yüksek lise” zavallılığına sekiz numara büyük gelecektir, uymayacaktır. Uymasın.

Böyle bir ülkede akademiye alınmak değil, alınmamak Şerif Hoca’nın onurudur. Hiç üzülmesin. (Bu olayın, Stanford’da ders veren adamın bilmemneresinde olduğunu da hiç sanmıyorum ya... Burada akademi üyesi olacağına Stanford Üniversitesi’nin çayocağını işlet, daha iyi...)

Demek araştırmak, öğrenmek yasak ha... Demek karşı çıkmak için bile merak etmek tu kaka... Demek düşmanını tanımaya çalışmak bile suç... Demek bombalamak amacıyla PKK mevzilerini saptamaya çalışan komutanı bile mahkemeye vereceksiniz neredeyse!... Kürtçe öğrenen MİT ajanlarımızı ne zaman emekliye sevkedeceksinz?

1971 tutuklamalarında bir aydının evi basılır, kitapları falan topluyorlar, adamı da götürecekler... Adam demiş ki, “yahu benden ne istiyorsunuz, ben antikomünistim!”

Görevli şöyle bir bakmış, “farketmez,” demiş, “biz komünizmin her türlüsüne karşıyız!”

Gönül isterdi ki, her ne kadar göstermelik de olsa kapısında Türkiye Bilimler Akademisi yazan bir kuruluş, 12 Mart görevlilerinden iki gömlek ileride olsun...

Şerif Bey

Soli Özel , Sabah , 12 Temmuz 2007 Perşembe

http://www.sabah.com.tr/2007/07/12/haber,4A8470E7D95240C4B65AA7ED3AE16F88.html



Şerif Bey



Türkiye Bilimler Akademisi, TÜBA, Profesör Şerif Mardin'in üyeliğe alınmasını üçüncü kez reddetti. Profesör Mardin'den hiçbir şey eksiltmeyecek bu ret kararı TÜBA açısından en hafifinden bir mahcubiyet kaynağı ama aslında okkalı bir utançtır. Türkiye üzerine düşünen, Türkiye'nin toplumsal yaşamındaki dönüşümü anlamaya çalışan yerli yabancı hiç kimse bunu Şerif Mardin okumadan gerçekleştiremez. Verdiği cevaplarla mutabık olmasanız bile sorduğu soruları önemsememezlik edemezsiniz.
1957'de Hürriyet Partisi'nden milletvekili adayı da olan Şerif Bey dinin toplumdaki yeri, din ve ideolojinin değişim ve dönüşüm üzerindeki etkisi üzerinde ciddi çalışmalar yaptı. Üstelik bunu çok erken sayılacak bir dönemde yapmaya başlamış, uzun süre Türkiye'de yalnız şövalye olmayı göze almıştı. Ne Kemalistlere, ne 1960lı yılarda düşünce hayatında ağırlığı olan Marksist ekoldekilere yaranabilmişti. Bu her biri dünya sosyoloji literatürüne mal olmuş önemli makaleler yazmasına engel olmadı.

Zihin açıcı bir kitap
Din gibi netameli bir konuyla uğraştığı, üstelik dinin toplumdaki yerine ve temsil ettiği sorunsala klasik Kemalist perspektiften bakmadığı için oldukça şimşek çekti üzerine. Bu bağlamda daha 1960'larda yayınladığı Din ve İdeoloji kitabı hâlâ meseleye nasıl bakılması gerektiği konusunda zihin açıcıdır. O kitapta Marx'ın "din kitlelerin afyonudur" sözünü bağlamı içinde değerlendirip yorumlayarak, kaba ve indirgemeci din analizlerini elinin tersiyle itmişti. Dinin Türk toplumundaki şekillendirici etkisinin topografyasını çıkarmış, dini donmuş ve değişmez bir sistem ve pratik olarak geriliğin yegane ya da başlıca sebebi gibi gören yaklaşımalara karşı çıkmıştı.
Geçen yılın sonunda Syracuse Üniversitesi yayınevi tarafından derlenen makalelerini takdim ederken yazdığı giriş, derdinin ne olduğunu açıklar: "1960'larda bile Türkiye'nin sorunları akademisyen meslektaşlarım tarafından donmuş bir din anlayışının artıkları olarak görülürdü. Bu betimlemeyle birlikte Türk İslam'ının kendisine atfedilen bu şeytani etkiyi nasıl sağladığını araştırma konusunda ciddi bir isteksizlik de oluştu. 1950'lerde, eğer ihanet diye görülmüyorsa kesinlikle kuşku uyandırıcı sayılan bir merak beni bu meseleyi incelemeye itti.."

Allah'tan günahkâr!
Yeni Osmanlı düşüncesinin evrimi üzerine yazdığı doktora tezinde Tanzimat döneminin zihinsel arkeolojisini açığa çıkardı. Jön Türklerin Siyasi Fikirleri kitabında ise hala ülkeyi kasıp kavuran, sert ve kavruk İttihatçı kafa yapısının sığlığını ifşa etti.
Türkiye hakkında 1973'te yayınlanan "Çevre-Merkez ilişkileri Türk siyasetini anlamak için bir anahtar mıdır?" başlıklı makalesine atıfta bulunmadan onyıllardır ciddi makale yazılmadı. Ne Türkiye'de ne dünyada. Dünyanın en saygın üniversitelerinde görev yapmış, enstitü kurmuş, Türkiye'de sosyoloji denince ilk akla gelecek isimlerden 80 yaşındaki bu Şerif Mardin'i TÜBA üyeliğe kabul etmemiştir.
Şerif Bey'in günahı o kuşku uyandıran merakın peşinde koşmasıdır. Nakşibendiliği bir araştırma konusu olarak ele almış, bu tarikatın kapitalist ekonomiyle hangi mekanizmalar aracılığıyla eklemlendiği üzerine kafa yormuştur. Said Nursi'yi konu alan kitabında da İslam ve modernlik ilişkisine yeni bir yaklaşımla bakmıştır. Türkiye'deki muhafazakâr/dindar sermaye sınıfının ortaya çıkışının dinamikleri o çalışmalardadır.
Galiba Şerif Bey'in asıl büyük günahı topluma ve seçkinlerine ayna tutmasıdır. Kendi yalanlarına inanmayı gerçekle yüzleşmeye her zaman yeğleyen bir toplumda bu gerçekten affedilemez bir suçtur. Allah'tan ki Şerif Bey günahkârdır.

Saturday, August 25, 2007

Dicle’de bilimsel kadrolaşma

http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=21893

İbrahim Doğan - i.dogan@aksiyon.com.tr - Aksiyon , Sayı: 548 - 06.06.2005



Dicle’de bilimsel kadrolaşma


Bilimsel başarıları ile gündeme gelemeyen Türk üniversiteleri daha çok kadrolaşmayla anılıyor. Rektör Fikri Canoruç’un yönetimindeki Dicle Üniversitesi de iddiaların odağındaki kurumlardan. Güvenlik birimleri ‘etnik duyarlılık’ uyarısında bulunurken, rektörün ekibi ile öğretim üyeleri arasında soruşturma savaşı yaşanıyor.


Diyarbakır Dicle Üniversitesi gündeme son aylarda sürekli olarak kadrolaşma ve ‘etnik duyarlılık’ haberleri ile geliyor. Öyle ki konu gazetelerde köşe yazarlarıyla rektörlük arasında düelloya bile dönüştü. İddialara göre, yeni rektör Prof. Dr. Fikri Canoruç, üniversite yönetimine PKK’ya sempatisi olduğu güvenlik birimlerince dile getirilen kişileri alıp, kendine muhalif kadroları da soruşturmalarla yıpratıyor. Yine güvenlik birimlerinin hazırladığı raporlara göre “Dicle Üniversitesi’nde ‘etnik duyarlılık’ yükseliyor, batılı öğretim üyeleri yıpratılıp üniversiteden uzaklaştırılıyor, alınacak tüm kadrolar ve yönetime gelecek akademisyenlerde bilimsel kriterler yerine etnik duyarlılık ön plana çıkartılıyor.”

Dicle Üniversitesi’ndeki kadrolaşma tartışmalarının temeli aslında 2000 yılına kadar uzanıyor. Süreç, dönemin YÖK başkanı Kemal Gürüz’ün onaylamamasına rağmen 31 Temmuz’da Fikri Canoruç’un Dicle Üniversitesi Rektörlüğü’ne ikinci sıradan atanmasıyla başladı. Gürüz’le rektör arasındaki sorun Canoruç’un “PKK’ya yardım ettiği” iddiasına dayanıyor. Gürüz, Fikri Canoruç’un rektörlüğe gelmesiyle birlikte üniversitede PKK faaliyetlerinin arttığını, bunun ‘PKK yandaşı Rektör Canoruç’tan kaynaklandığını 2001’de açıkladı. Canoruç hakkında PKK ile bağlantısı iddiası o dönemden sonra da sık sık gündeme geldi.

Fikri Canoruç hakkında, “PKK’ya yardım ve yataklık ettiği” iddiasıyla 17 Mart 1997’de soruşturma açılır. Soruşturma 12 Kasım 1992’de dönemin Diyarbakır belediye başkanı Turgut Atalay’a suikast düzenleyen ve sonra yakalanan Renas İbrahim kod adlı Halil Güneş isimli şahsın ifadesine dayanıyor. Kırsalda yaralanıp Diyarbakır’a gelen Halil Güneş, Berhan Doymuş adlı bir kişiyle birlikte gittiği İç Hastalıkları Uzmanı Fikri Canoruç’un kendisini tedavi ettiğini belirtiyor. Canoruç’un dahiliye uzmanı olmasına rağmen cerrahi müdahale gerektiren bir yaralıyı alması dikkat çekiyor. DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’na sevkedilen 1997-818 Hz. no’lu dosya sonucu yapılan tahkikatta kovuşturmaya gerek görülmüyor.

1995’te kırsalda yakalanan bir militanın üzerindeki notta “PKK’ya yardım edenler listesi” ele geçirilir. Bu listede Fikri Canoruç’un da 30 milyon lira yardımda bulunduğu ortaya çıkar. Söz konusu soruşturmalardan ötürü Kemal Gürüz’le arası açılır. Canoruç’la ilgili soru işaretlerinin oluşmasına sebep olan raporlar bunlardan ibaret değil. Güvenlik birimlerince hazırlanıp Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilen bir başka raporda da Prof. Canoruç’la ilgili olarak ‘bölücü terör örgütü yandaşlarını üniversite yönetimine getirdiği’ ifade ediliyor. 2004’te hazırlanan bu raporda Fikri Canoruç’un, Şubat 2001’de dönemin HADEP Bağlar ve Kayapınar belediye başkanları ile üniversitedeki kadrolaşma hareketi üzerine rektörlük makamında toplantılar yaptığı, örgüt sempatizanlığı tüm birimler tarafından bilinen Prof. Dr. Zülküf Gülsün’ü rektör yardımcılığına atadığı belirtiliyor.

Raporda ayrıca rektör yardımcılarından Prof. Dr. Eralp Arıkan’ın PKK’nın önemli simalarından Cizreli Abdullah Tuncer’in dünürü olduğu, söz konusu şahsın oğullarından Serhat Tuncer’in Çetinkaya mağazalarının kundaklanması olayından DGM’de yargılandığı ve 4 yıla mahkum edildiği hatırlatılıp eski rektör Prof. Dr. Mehmet Özaydın’ın karşısında “irticaya karşı alternatif olarak sunulduğu” dile getiriliyor. Bütün bu muhalif görüşlere ve raporlara rağmen üstelik de seçimden ikinci sırada çıkmasına rağmen Canoruç, Cumhurbaşkanı tarafından rektör olarak atanır. Ardından da YÖK’ün onay vermediği isimleri üniversite yönetimine getirir. Örneğin, adı ihale yolsuzluğuna karışmış Eralp Arıkan rektör yardımcılığına getirilir. Ağabeyi faili meçhul siyasi bir cinayete kurban giden ve okulda ‘etnik duyarlılığı’ ile bilinen Prof. Dr. Ramazan Çiçek eczacı olmasına rağmen Tıp Fakültesi dekanı olarak atanır; ancak YÖK bunu uygun görmediği için atamayı kabul etmez. Tıp fakültelerindeki geleneğe göre dekanlığa tıp kökenli öğretim elemanları atanıyor. Buna rağmen Prof. Çiçek, Tıp Fakültesi dekanlığını iki yıldır vekaleten yürütüyor. Kardeşinin İstanbul’daki bir mağazanın bombalanması olayına karıştığı tespit edilen Necmettin Pirinççioğlu ise Araştırma Proje Koordinatörlüğü’ne getirilir. Eğitim Fakültesi’ne dekan yapılan Ensar Aslan kötü sicili nedeniyle YÖK tarafından görevinden alınırken eski HEP’li milletvekili Salih Sümer’in damadı Mehmet Dursun’u Tıp Fakültesi’ne dekan yardımcısı yapar.

Bu uygulamalarından dolayı üniversitede gerginliğe sebep olan Rektör Canoruç’un ilk kadrolaşma hareketi Ekim 2000’de gerçekleşti. 18 kişilik öğretim üyesi kadrosunu kendi yandaşlarına dağıttığı ifade edilen Canoruç’un bu süreçte de başta eşi Naime Canoruç olmak üzere çok sayıda tartışmalı isme üniversitede kadro verdiği ortaya çıktı. Kadrolaşma sürecinde daha önceden bölücü örgüt bağlantıları nedeniyle kadro verilmeyen S.A gibi isimleri kadroya alması nedeniyle YÖK tarafından 3.5 yıl süreyle yeni kadro verilmeyen Dicle Üniversitesi’ne son dönemde özellikle uzman kadrolara kendi yandaşlarını aldığı dile getirildi. Üniversite yönetimi kademe durdurma cezası olmasına rağmen SSK Hastanesinde uzman olan Mehmet Tatlı’nın üniversitede uzman kadrosuna atanmasına karar verdi. Kadrolaşma hareketleriyle ilgili olarak Jandarma Bölge Komutanlığı tarafından hazırlanan Ocak 2005 tarihli ‘gizli ibareli’ bir bilgi notunda şu ifadelere yer veriliyor: “Başvuran öğrencilerde bölgeciliği ön plana çıkartılarak, batı üniversitelerinde okuyan öğrencilerin aleyhine şartlar oluşturulmaktadır. Bilinçli bir şekilde bölgecilik yapılmaktadır ve bu uygulamaya karşı çıkan akademisyenler istifa ettirilmektedir.” Bilgi notunda ayrıca üniversitede kadrolaşma hareketlerinin hızlandığı ifade ediliyor.

Kemal Gürüz’den sonraki kadrolaşma

Kemal Gürüz görevden ayrıldığı 5 Aralık 2003’ten sonra Dicle Üniversitesi’ndeki kadrolaşma yeni bir döneme girdi. 6 Aralık günü 300 kişilik bir akademisyen ilânı veren Canoruç’un bu isteğinin 180’i kabul edildi. Ancak sonraki dönemde birçok öğretim üyesinin ataması yapılmadı, kimilerinin ise yükseltilmesi geciktirildi. Üniversite yönetimi “atama ve yükseltme yönergesini” kendi istediği doğrultusunda değiştirdi. Şubat başında YÖK’e gönderdiği yükseltme ve atamaları belirleyen ilk yönergeden tam bir ay sonra YÖK tarafından kabul edilen bu yönerge değiştirildi. İlk yönerge bilimsel çalışmaların tek başına yapılmasını özendirirken, ikinci yönerge kural değiştirilerek çoklu çalışmalar özendirilmeye başlandı. Örneğin öğretim üyeliğine atanmak ve yükselmek için gereken akademik dergilerde makale yazmak kıstaslardan biri. Buna göre bir akademisyen yayını tek başına yapıyorsa 100 üzerinden yüz; iki kişi yapmışsa 80 puan kazanıyor. İlk iki yönergede bu iki şart da değiştirilmemiş. Ancak eğer yayını üç kişi yapmışsa birinci yönerge yüzde 40 puan verirken ikinci yönerge 70 puan veriyor. Yayını dört kişi hazırlamışsa birinci yönerge 30 puan verirken ikincisi 60 puana çıkartıyor. Yayını beş kişi hazırlamışsa birinci yönergeye göre 25 puan alan akadesiyenler ikinci yönergeye göre 50 puan alıyor.

Akademik yayınlar ya da akademik yükseltme için düzenlenen sınavlar da tek başına yeterli değil. Doçentlik unvanını Üniversitelerarası Kurul tarafından alan İç Hastalıklar Uzmanı Muhsin Kaya, Dicle Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ne yardımcı doçent olarak atanmak için talepte bulunuyor. Profesörlük için sınavdan alınması gereken 350 puan iken Muhsin Kaya yardımcı doçent olabilmek için 630 puan alıyor. Ancak buna rağmen Muhsin Kaya, ‘gerekli şartları taşımadığı’ için yardımcı doçentlik kadrosuna atanmadı. Kendisinden çok daha düşük puanlı olan adaylar ise kabul edildi. Üniversitede ataması ve yükseltmesi yapılmayan ya da bilimsel çalışma imkanı bulamayan öğretim üyeleri ise batıya geri dönüyor. Fikri Canoruç döneminde üniversiteden ayrılan ‘batı’ kökenli öğretim üyelerinin sayısı 30’u aştı.

Rektör Canoruç, kendi atadığı kadrolar için sık sık yurtdışı görevler ya da eğitim programları ayarlarken önceki dönemde yurtdışına gönderilenleri geriye çağırarak ilginç bir uygulamaya daha imza attı. Sözgelimi hiç üniversitede çalışmadığı halde Canoruç’un eşinin yeğeni Fatih Altuğ, Üroloji Anabilim Dalı’nda yardımcı doçent olduktan sonra bir yıllığına ABD’de görevlendirildi. Dicle Üniversitesi Araştırma Projeleri Koordinatörlüğü’nün başında bulunan Doç. Dr. Necmettin Pirinçcioğlu da bizzat yönettiği fondan aldığı parayla İngiltere’ye gitti.

Canoruç’un dikkat çeken uygulamalarından biri de kendine muhalif akedemik personeli soruşturmalarla yıpratma yoluna gitmesi. Öyle ki Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Leyla Çolpan hakkında 70’in üzerinde soruşturma açıldı. Çolpan bu soruşturmalardan birinde 1/8 maaştan kesme cezası, son bir tanesinden ise 1/2 maaştan kesme cezası aldı. Soruşturmalar içinde ‘arızalı optik okuyucuyu yönetime bildirmek, kadın kurultayına katılmak, rektörü YÖK’e şikayet etmek’ yer alıyor. Yıpratma amacı taşıyan bu soruşturmaların iki tanesinden ceza alan Çolpan, Fikri Canoruç’un eşi Prof. Naime Canoruç’la aynı bölümde -Biyokimya- görev yapıyor. Fikri Canoruç, bu kadar soruşturma açmalarını Çolpan’ın ‘rahat durmamasına’ bağlıyor: “Ne yapalım mecbur kaldık. Bizi YÖK’e şikayet etti.”

Leyla Çolpan, doçentlik süresinin dolmasıyla 2003’te profesörlük için başvurur. Aynı başvuruyu Çolpan’la birlikte Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı’nda görev yapan Doç. Yıldız Atamer, Doç. Abdurrahman Kaplan ve Doç. Sabri Batun da yapar. Atamer, Kaplan ve Batun’un profesörlük jürilerindeki isimler aynıdır. Ancak aynı bölümde öğretim üyesi olan Çolpan’ın jürisinde farklı isimler yer alır. Canoruç’un eşi Naime Canoruç da Çolpan’la kavgalı ve mahkemelik olduğu bilinmesine rağmen jüride yer alır. 350 puanı olan Çolpan’ınki kabul edilmezken dosyaları olumlu bulunan diğer adaylar profesörlüğe yükseltilir. Çolpan’ın jürisinde yer alan ve tek olumlu rapor veren Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı Başkanı Kadirhan Sunguroğlu, dosyanın profesörlük için yeterli olduğunu belirtiyor.

Fikri Canoruç’la ilgili en çarpıcı iddialardan biri de Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı ve Dahili Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Kenan Haspolat’ı istifaya zorladığı şeklinde. Haspolat için ‘yetkisi yokken hormon ilaçları yazmak’ suçlamasıyla açılan soruşturma komisyonu da aslında yetkiye sahip değil. Soruşturma komisyonunda yer alan kişiler tıp kökenli değil: Prof. Ersen İlçin (Halk Sağlığı-Antropolog) ve Prof. Eralp Arıkan (Mikrobiyoloji). Jüri tarafından “yönetimden uzaklaştırma cezası” alan Haspolat mahkemeye başvurur ve görevine iade edilir. Daha sonra yenilenen Dahili Tıp Bilimleri Bölüm Başkanlığı seçimlerine katılan Prof. Kenan Haspolat’a karşı rektör ve dekan kendi adayları olan Prof. Dr. Füsun Topçu için kulis faaliyetlerinde bulunur; ancak seçimi Haspolat 9’a-7 oyla kazanır. Buna rağmen Rektör Canoruç, ‘bu sonuca uyma zorunluluğumuz yok’ diyerek Prof. Dr. Füsun Topçu’yu bölüm başkanlığına atar. Canoruç’a bu kez de mahkeme karşı çıkar ve Kenan Haspolat mahkeme kararıyla tekrar bölüm başkanı olur.

Damadın girdiği sınavda jüri üyesi olmak

Benzer bir durum doçent temsilciliği seçiminde de yaşanır. Seçim öncesi Tıp Fakültesi Dekan Vekili Prof. Ramazan Çiçek, oy kullanacak 45 doçente kendi adayı Doç. Dr. Zülküf Akdağ’ın seçilmesi için açıktan açığa propaganda yapar. Buna rağmen seçimi Doç. Dr. Abdurrahman Işıkdoğan 28’e-17 kazanır. Ancak dekanlık, yüksek oy alan aday yerine kendi desteklediği adayı doçentlik temsilciliğine atar. Bütün bunlar olurken Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Eralp Arıkan, yardımcı doçentlik için damadı Cudi Tuncer’in de girdiği yabancı dil sınavında üç jüriden biri olarak görev yapar. PKK’nın önemli simalarından Cizreli Abdullah Tuncer’in oğlu olan Cudi Tuncer, bu sınavda başarılı bulunur.

Rektör Canoruç’la ilgili YÖK’e yapılan şikayetlerden biri de Prof. Dr. Orhan Denli tarafından 24 Ocak 2002’de yapılıyor. Birçok bilgi ve belgeden oluşan şikayet dilekçesinde yer alan ifadelere göre Orhan Denli, üniversitede yirmibeşinci yılını tamamladığını, şu ana kadar 7 ayrı rektörle uyumlu çalıştığını fakat Fikri Canoruç göreve geldikten sonra kendisi hakkında soruşturmalar açtırdığını, ama yargı yoluyla tüm cezaların iptal edildiğini ifade ediyor. Kurucusu ve 16 yıldır başkanlığını yürüttüğü Fizyoloji Anabilim Dalı Başkanılığı’ndan alınması süreciyle ilgili olarak dilekçesinde detaylı bilgiler veriyor: “Beni görevden uzaklaştırıp yandaşı Abdurrahman Şermet’i yerime atadı. Yüksek Disiplin Kurulu’na itiraz ettim ve itirazım kabul edildi. Görevi iademi talep ettim fakat rektör yetkisi olmadığı halde Ankara 4. İdare Mahkemesi’nde dava açtı. Söz konusu mahkeme bu talebi reddetti. Göreve iade için Diyarbakır Bölge İdare Mahkemesi’nde dava açtım. Rektör Canoruç mahkeme kararlarını tanımamakta ısrar ediyor.”

Fikri Canoruç’un üniversitede huzursuzluğa sebep olan uygulamalarından bir diğeri de kendi personelini YÖK’e şikayet etmesi. 21 sayfadan oluşan ve bir bakıma ‘fişleme’ olan detaylı raporda kendi yönetimine muhalif öğretim üyeleri hakkında şikayette bulunuyor, kendi yönetiminin ‘irticai örgütlenme’ye en iyi alternatif olduğunu belirtiyor.

DİCLE ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ FİKRİ CANORUÇ:
BANA BİLDİRİLEN RAPORU YÖK’E SUNDUM

Türkiye’de bir makama gelen yöneticilerin kendi ekipleriyle çalışmak istemesi gayet doğal. Fakat söz konusu olan üniversite gibi bir bilim kuruluşu ise kriterlerin tamamen akademik ölçülerde olması gerekiyor. Oysa Fikri Canoruç ve ekibi ile ilgili iddialar o kadar çeşitli ve tartışmaya gerek bırakmayacak kadar açık ki biz de iddiaları bizzat kaynağına sorduk.

-Kemal Gürüz size niçin açıktan cephe aldı?

Hak etmediğimiz şekilde ithamlar oldu. Kadro verilmedi. Doçent imtihanına girenler kadroya giremedi. Bunlar çok şükür bertaraf edildi. Erdoğan Teziç çok değerli bir insan, problemleri zemininde halletti. Bize destek veriyor. Arkadaşlarımızın özlük haklarını yargı sonuçlanmadan halletti. YÖK üyelerine sonsuz şükranlarımı arz ediyorum. Birçok arkadaşımızın mağduriyeti giderilmiştir.

-Üniversitedeki birçok fakülte vekillerle idare ediliyor. Asil atamalar neden yapılmıyor?

Dişçilik ve mühendislik fakülteleri asil. Tıp Fakültesi dekanının prosedürü devam ediyor. Sıkıntımız var. Daha önceden fakültelerde profesör olmadığı için diğer fakültelerden atama yapılıyordu. Bu kadrolar tam verildikten sonra tüm sorunlar çözülecek. YÖK’le olan problemlerden dolayı belli bir süre vekaletle yürütüyorduk. Bir dönemdir Ramazan Bey vekaleten sürüyor. Ramazan Bey atanacak. Bu bilgileri nerden aldınız?

-Tıp Fakültesi dekanınız eczacı kökenli. Uzun süredir dekan olarak atanması için ısrar ediyorsunuz. Tıp fakültesine atayabileceğiniz tıp kökenli bir profesör yok mu?

Orada dekan olmak için mutlaka tıp kökenli olmak gerekmiyor. Profesör olmak yeterli. Tıp kökenlilerin büyük meşguliyeti var. Hasta bakımı, ameliyatları var. Fakülteye zaman ayırabilecek arkadaşlara ihtiyaç var. Ben dahiliye profesörüyüm. Fazla kliniğe gidemiyorum. Rektörlüğe zaman ayıramıyorum. Temel bilimci olmanın bazı avantajları var. Cerrah bir arkadaş ameliyata girecek, hasta bakacak. O nedenle. Ama büyük bir zamanını hasta bakmakla geçirmiyor tıpçılar. Ramazan Bey’in Erasmus programlarında bilgisi mevcut. Bu arkadaştan memnun olduğum için çalışmak istiyorum.

-Doçentlik sınavları ile ilgili çok spekülasyon yapıldı. Mesela Eralp Arıkan damadının jürisinde yer almış. Bu ahlaki mi?

Zaten ÜDS imtihanı var. O imtihanı kazanmış. Ben bir sakınca olmadığı kanısındayım. Bilim jürisinde de kendisi yok zaten. Yönetim kurulu Eralp Arıkan’ı jüriye sokmayı uygun görmüş. Aynı jüri tarafından imtihana tabi tutuluyor. Eralp Hoca tek başına değil. Bu çocuğun ÜDS’si var zaten.

-ÜDS sınavı üniversitedeki dil sınavından sonra açıklandı. Eğer ÜDS’de başarılı olmasaydı bu sınav büyük önem kazanacaktı. Bu doğru mu?

Damadının başarılı olmasında Eralp Arıkan’ın fazlaca dahli yok. İki profesör daha var Eralp Hoca’dan başka. Bunlar öküzün altında buzağı aramaktan başka bir şey değil. Akıllara da gelmeyebilir, gelmedi. Akıllara gelse belki kendi diyebilir. Bu çocuk şimdi doçentliğe girebilecek.

-Birkaç hafta arayla yönerge puanları değişmesi de bir başka tartışmalı konu...

Bütün üniversitelerde çoklu yazarlara puan veriliyor belli oranda. Biz bunu biraz daha özelleştirmek istedik. Çoklu yazarları azaltmak istedik. Tıp Fakültesinde kolektif çalışmanın engellendiği ifade edildi. Birçok üniversitede çoklu yazarlara belli oranda puan veriliyor. Biz bunu biraz daha özelleştirmek istedik. Çoklu yazarları azaltmak istedik. Tıp Fakültesinde kolektif çalışmanın engellendiği ifade edildi. Biz birinciye daha fazla puan veriyorduk. Haksızlık olur dendi. Diğer üniversitelerde belirli yazarlara belli oranlarda puan alımını verdik.

-Ama YÖK’e ilk sunduğunuz yönergede bu puan sistemini neden böyle değerlendirmediniz?

Bu gözümüzden kaçtı. Daha makul olacağını düşündük.

-Tezsiz Yüksek Lisans Sistemi’nde dışardan gelenlere 5 puan, buradakilere ise 15 puan veriliyor?

Tamamen İnönü Üniversitesi’ndeki formülü aynen uygulamış durumdayız. Tezsiz yüksek lisans öğrencilerine de puan veriliyor.

-Kemal Gürüz döneminde 22 soruşturma geçirmişsiniz. Siz de kimilerini, örneğin eşinizle aynı bölümde olan Doç. Dr. Leyla Çolpan hakkında en az 70 soruşturma açmışsınız...

Leyla Çolpan GAP Medikal’den gelir gelmez bir şikayet gelmiş. Savcılık ve emniyet karar vermiş. Onlar soruşturmuş. Leyla Çolpan’la ilgili soruşturmalar emniyet kaynaklıdır. İhalelerdeki yanlışlıklar dahilinde idi. Mardin’deki kadın kurultayına izin almadan gittiği için hakkında soruşturma açıldı. Leyla Çolpan toplantılara, akademik kurullara girmez. Bölümdeki toplantılara girmez. Devamlı olarak eşimi, beni, rektör yardımcılarını mahkemeye verir. YÖK’e 200 sayfalık şikayette bulunmuş bizim hakkımızda. Rahat durmuyor. Her gün şikayet ediyor. Mahkemelere veriyor.

-Siz de karşı atak yapıyorsunuz o halde?

Mecbursunuz. Kendinizi müdafaa etmeniz gerekiyor. Bu kişiler sürekli YÖK’ü meşgul ediyor. Ben kimsenin kişisel haklarına saldırıda bulunma niyetinde değilim. Yapılan soruşturmada ceza almıştır. Bu soruşturmaları ‘ben yapın’ demem. Hiçbir soruşturmacıya bunu böyle yapın demem. O da bir öğretim görevlisi. YÖK’ün bu üniversiteye kötü bakmasında bu arkadaşların sorumluluğu var. Her gün şikayette bulunuyorlar. Ben bu kadar denetleme geçirdim. Bunlar her gün beni şikayet etti. Yaptığım icraatların arkasındayım. Savcılığın kararı var. Bütün dosyalar incelendi. Her üniversitede bir muhalefet vardır muhakkak. Leyla Çolpan her türlü cezayı yedi. Uyarma cezası, maaştan yeme var. Ama ben ilgilenmiyorum. Ağır cezada mahkemesi devam ediyor.

-Öğretim üyelerine jürilerini seçmesi için teklif ettiniz?

Onu da çağırdım. Ama gelmedi.

-Aynı bölüme 4 kişi alınacak. Sadece içlerinden Leyla Çolpan’ın jürisi farklı. Diğerlerininki farklı değil.

Sen gelip jürini bildirmezsen ben nereden bileyim. O jürisini gelip bildirmemiş. Birçok anabilim dalında herkesin jürisi ayrı olabilir. Gelip kendi söylemedikten sonra bunu bilemem ben. Ama bu tür üniversitenin özel şeylerine girmemenizi isterim.

-Çoruh Türksel Dülgergil’i önce Medikososyal’e sürdünüz ancak mahkeme kararı ile görevine döndü. Ancak daha sonra üniversiteden ayrıldı. Dülgergil’in süresini uzatmayıp ayrılması için tehdit mi ettiniz?

Kendi isteği ile ayrılmıştır.

-Eski İlahiyat Fakültesi Dekanı’nın kızı hâlâ Medeni Hukuk bölümünde?

Bizim dönemimizde alınmadı bu kız. Bunu kişilere indirgemek gerekmiyor. Üniversitenin sorunlarını kişiye indirgemek gerekmiyor. Gazeteci olarak kişisel problemleri bırakın. Genel anlamda gelişmişliğine, iyi taraflarına bakın. Ahmet’in Mehmet’in sorunu kimseyi enterese etmez. Kasıtlı geliyorsunuz. Leyla Çolpan, 5 yıldır problem yaratan birisi. Cildiyedeki arkadaşımız biraz hasta. Onun önemli bir rahatsızlığı var. O dekanın tasarrufundadır.

-Deneysel Hayvanı Etik Kurulu’nda yer alan 11 kişinin deneysel makale sayısı 10. Ancak aynı üniversitede bir öğretim üyesinin 34 bir başka öğretim üyesinin ise 26 deneysel makalesi var. Neden bu kişiler bu kurula çağrılmıyor?

Etik kurulun oluşabilmesi için bazı Anabilim Dalları’ndan üyelerin olması lazım. Belirli oranlarda belirli yerlerde oluşması lazım. Ben rektör olarak onla uğraşamam. Şundan bundan oluştu diye. O kendi bünyesinde kurulmuştur. Bize onay için gelir, biz onaylarız.

-Doçent olmasına rağmen yardımcı doçent olarak atanmayan kişiler var? Bu kişiler çok yüksek de puan almış. Ancak atanmamış. Örneğin; Muhsin Kaya. Şu anda mahkemede davası sürüyor.

Doçent olan birinin yardımcı doçent olması etik değil bir kere. O zaman buraya girince doçentliğin bütün imkanlarını kullanacak. Akademik şeyler merhaledir. Jüri raporlarına göre atama yapılır. Jüri negatif vermişse ben ne yapabilirim. İdarenin yapabileceği bir şey yok.

-Ama kanunen bir engel yok.

Bu bizim tasarrufumuzda değil. Fakülte yönetiminin tasarrufunda.

-Yurtdışına kimilerini gönderirken kimilerini de geri çağırıyorsunuz? Fatih Atuğ hemen gitmiş hiç üniversitede çalışmadan?

Kendi imkanları ile gitti Fatih Atuğ.

-Bünyamin Dikici iznini kullanırken gittiği Kanada’dan geri çağrılmış!

Ben çağırmadım. Herhangi resmi bir yazı da yok. İlk defa duyuyorum. Herhangi bir bilgim yok. Çok açık-şeffaf davranıyorum.

-Öğretim üyeleri hakkında hazırladığınız brifing dosyası var. Öğretim elemanları hakkındaki bu bilgileri neden istihbarat birimlerine bildirdiniz?

Onların bana bildirdiklerini ben YÖK’e bildirdim.

-Araştırma Fonu’nun başındaki kişinin aynı fondan destek alarak yurtdışına gitmesi etik mi?

Necmettin Pirinççioğlu kendi projesi ile gidebilir, normaldir. Normal prosedür içinde olabilir.